Nihan Bora

Turan Aksoy: “Toplumsal hafıza hepimizin üzerinde baskı…”

Turan Aksoy, toplumsal portreyi toplumsal hafıza ile bağlantılı olarak ele alıyor ve ortaya çıkan görüntü çok da şaşırtıcı olmuyor. Aksoy’un yeni sergisi “Bir Portre: Huzursuz” ile 19 Şubat-19 Nisan tarihleri arasında Pi Artworks Galatasaray’da görülebilir.

Turan Aksoy ile yeni sergisi vesilesiyle boğaz manzaralı atölye-evinde buluştuk. Aslında boğaz manzaralı tanımı az kalır. Sarayburnu’ndan boğaz köprüsüne kadar üç açıdan bir manzaraydı söz konusu. Çok yağmurlu bir gündü. Ama pazardı ve huzurlu bir gündü. Sohbet iyiydi. Bu ay Milliyet Sanat’ta azıcık kısalmış haliyle yayınlandı. Aşağıdaki, söyleşinin tamamı. Sergideki işler çok şey anlatıyor, 30 Mart’a kadar Pi Artworks Galatasaray’da görmelisiniz.

Turan Aksoy, yeni sergisinde ‘huzursuz bir portre’ sunuyor izleyiciye; kurumların bireyler üzerinde yarattığı travmayı, izleri yorumluyor.

Turan Aksoy, “Bir Portre: Huzursuz”da önceki sergilerinde olduğu gibi, kimi can alıcı konulara parmak basıyor. Toplumsal kurumların birey üzerinde işkence, taciz ve baskı yoluyla yarattığı izleri, toplumsal hafızanın taşıyıcısı kurumlarla birlikte yorumluyor. Aksoy, daha önce olduğu gibi, kapalı ve kişisel olarak adlandırılabilecek bir hikâye ve irrasyonel ilişkilendirmeler ile düşüncelerini görselleştiriyor. Bireyin aile, din, devlet gibi kurumlarla bugüne özgü çatışmaları ve travmaları üzerinden bir portre oluşturmayı amaçlıyor. Sanatçının birey-toplum-sanatçı olmak üzere, üç katmanlı bir toplumsal anlatıya dönüştürmeye çalıştığı sergisi 30 Mart tarihine kadar Pi Artworks Galatasaray’da görülebilecek. Aksoy’la Sarayburnu’ndan boğaz manzarasına, İstanbul’un eşlik ettiği atölyesinde konuştuk.

Ankara’da uzun yıllar yaşadınız. Nasıl bir Ankara’ydı sizin yaşadığınız?

Ankara, kültürel açıdan şimdi olduğundan daha güçlüydü o zamanlar. Benim üniversite yıllarımda Ankara, önemli şairler, ressamlar ve yazarların yaşadığı bir şehirdi. Buna benzer bir şeyi, bir konuşmamız sırasında Ankara ortamını en iyi bilen sanatçılardan biri olan Turan Erol da söylemişti. Dediğiniz gibi, öğrencilik yılları için inanılmaz bir yerdir Ankara. Çok konuşur, çok içer ve çok gezermişiz derim ben.

Sanat hayatınızdaki etkisi nedir Ankara’nın?

Öğrencilik yıllarımız epeyce sıkıntılı bir dönemdi, çünkü tam 12 Eylül sonrasıydı. Baskının yoğunlaştığı bir zaman. Özgür hareket edebildiğimizi söyleyemiyoruz ve bu, bizim ürettiğimiz şeyleri ya da üretme yollarımızı etkiledi bence. Hatta bunu bir yazımda da belirtmiştim. “Piç bir kuşağız” derim. Gerçekten bir anda ortalıkta bırakıldık aslında. Gençtik, bunu daha çok cinsel ve siyasal kimliğin gelişmesiyle ilgili bir şey olarak söylüyorum. Bunun için sınırlar var, bir şeyler yapsanız sosyal ortamdan beslenecekseniz ama o sosyal ortamdan beslendiğiniz şeyleri anlatacak yolları tıkayan bir ortam var. Çünkü onları anlatmaya kalkarsanız ister istemez tepkilere neden olabilecek bir şey. Hatta hocalarımız belli oranda sansür uyguladı, siz de kendi kendinize otosansür uygulayabilirdiniz. Dolayısıyla sıkıntılı bir dönemdi.

Çalışmalarınızda ilk olarak ne zaman düşündüğünüz sorunları dışavurmaya karar verdiniz?

Çocuklukta bir sorun çerçevesinde kendinizi bir dil üzerinden anlatmak gibi bir düşünce olmuyor, olacağını da pek sanmıyorum. Ama resim yaparken mutlu olduğumu hatırlıyorum ve bunun da aslında epey önemli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de sanatçıyı ayakta tutan şey de aslında yaptığı işle mutlu olma ve o işe inanmışlık hali. Yoksa maddi getirisi fazla değil, en azından kendinizi ispat edene kadar bayağı bir uğraşmak gerekiyor. Sizce de öyle mi?

Bununla ilgili iki şey söylemek isterim. Birincisi, tabii ki her iş için böyle. Kimi çocuk 7-8 yaşındayken bir şey alıp birine bir lira fazlaya satmaya çalışmaktan mutlu oluyor, dolayısıyla da işadamı oluyor. İkincisi ise, çok daha genç yaşlarda çok iyi para kazanan sanatçılar da var. Hiçbir zaman doğru dürüst bir şey kazanamayan sanatçılar da var. Burada asıl konuşulması gereken konu, Türkiye’de sanatçıyı desteklemek için herhangi bir sistemin olmamasıdır bence..

Nasıl bir sistem olmalı sizce?

Sonuçta neredeyse bir trilyona dayanmış bir milli gelirden söz ediyoruz.  Bütçe hazırlanırken sanatçılara ayrılabilecek bir miktar ve, bunun kamuoyunu ikna edecek de yolları olmalı tabii ki, bunun olması için danışma kurulları veya sanatçı birliklerinin olması gerekir vs. “Alın size para” diye dağıtılacak değil ama yollarının oluşturulması, bir paranın ayrılması ve bu paranın da belli bir şekilde aktarılması gerekir. O anlamda hiçbir sistemin olmadığı, devletin tamamen neredeyse işten çekildiği, yerel yönetimlerin hiçbir katkısının olmadığı bir ülkede aslında sanatçılar büyük bir özveriyle çalışıyor.

Çok fazla bireysel çaba var aslında…

Evet, çok fazla bireysel çabayla ortaya çıkan bir sanat ortamından bahsetmek mümkün.

Yeni serginizin konusu, toplumsal hafızayla bağlantılı bir portre çalışması. Biraz açar mısınız?

Üç katmanlı bir toplumsal portre yaratmak istediğimi söylüyorum. Burada bir birey; yaptığım çalışmanın konusu olan, toplumsal kurumlar, ki toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan şey toplumsal kurumlardır ve sanatçı olarak ben varım. Tabii ki, bireyin üzerinde travmaları yaratan şey, ister istemez toplumsal kurumlar, buradan devlet de aile de din de hepsi de sorumlu. Belli baskılar, bireyler üzerinde travmalara neden oluyor. Ben de böyle bir şeyi konu olarak kendime seçerken ister istemez kendimi dahil ediyorum. Tabii ki böyle bir ortamın içerisinde ben de belli travmalar yaşıyorum ve bunu kendime konu olarak aldığımda, aslında kendimi nasıl bir pozisyona koymuş oluyorum? Dolayısıyla üç katmanlı bir portre denemesi diyelim.

Portre neden huzursuz?

Tarihin her döneminde huzursuz bir portre yapılabilir ya da bir toplum huzursuzluk üzerinden tanımlanabilir. Bugün de kendine özgü koşullardan kaynaklanan huzursuz bir ortamdan söz edebiliriz. Portre yapmak, aslında bir fiildir. Birisinin portresini yaptığınızda da, bir kişiyi tanımlamaya çalışırsınız. Dolayısıyla o kişiyi; annesinin kuzusu olarak da, huzursuz olarak da, hırsız olarak da tanımlayabilirsiniz. Siz bir kişiyi nasıl tanımlayacaksanız onun için de uygun görsel yollar bulmak zorundasınız.

Nasıl bir süreçti sizin için?

2010’un sonunda başladı çizimler. Ben genellikle önden epeyce kağıt çalışması yapan birisiyim. Çizimler, gerekirse bazı şeyleri canlandırmak için fotoğraflardan faydalanırım. Tabii bu ön çalışmalar birçok şey için gerekiyor. Hangi medyumla çalışacağınızı belirlemek için, hangisinin daha uygun olacağını saptayabilmek için. Eğer birden fazla temsili eleman kullanacaksanız, bu temsili elemanların düzeninin nasıl olacağı ile ilgili çalışma yapmanız gerekir. Büyüklük meselesi var, ne büyüklükte bir şey yapacaksınız ki düşündüğünüz etki izleyiciye ulaşabilsin. Bu açıdan önemli bir süreç.

İşlerinizde kullanacağınız boyut ve medyuma neye göre karar veriyorsunuz?

Günlük yaşamda pek çok şey üzerine düşünür ve konuşuruz, bunu da kelimeler ile yaparız.  Bu düşündüğümüz şeylerden bazılarının sanatımızın konusu-teması haline gelmesi zihinsel bir sıçramadır ve o sıçrama, o konuyu kelime dışında bir medyumla düşünmeye başlamamızla ilgilidir. Bu anlamda bir düşünceyi temsil eden bir iş yaparken, ister istemez belli bir boyutta, belli bir medyumda düşünürsünüz ama bunu gerçekte de yakalamanız gerekir. Başka bir şekilde onu istediğiniz biçimde temsil etmek çok da mümkün değildir. Tabii ki farklı malzemelerle düşünebilmek, ister istemez onlarla ilişkiye girmiş olmayı gerektirir. Bu ayrımlar, medyum olarak ayrılık, daha çok düşünceyi temsil edebilecek materyal özelliği üzerinden gitme düşüncesinden kaynaklanıyor.

İşlerinizi hangi tekniklerle ürettiniz?

Sekiz tanesi tuvale boyanmış resim, iki tanesi alçı dökümden küçük üç boyutlu iş, bunlara heykel demekten kaçınıyorum; çünkü heykel disiplini içinde yapılmış işler olmuyor benim yaptığım üç boyutlu işler, bir de hazır malzemeyle yapılmış “Sığmayan” adında bir enstalasyon var, ilk girişte yer alan, büyük bir bayrak direğinden oluşan bir enstalasyon.

Türkiye’deki toplumsal hafıza dediğimiz şey gittikçe yok mu oluyor? Ne yapılmalı yok olmaması için? 

Benim ele aldığım biçimiyle toplumsal hafıza korunması gereken bir şey değil zaten.  Travmalardan söz ediyorum. Bir bireyden yola çıkarak böyle bir sergi yaptığım için, bireyin çektiği sıkıntının önemsiz olduğunu söyleyemem ve toplumsal hafıza, aslında biz fark etmeden hepimizin üzerinde belirleyici bir baskı unsuru olarak duruyor. Neyin önünde hazırola geçmemiz gerektiğini de, neden korkmamız gerektiğini ve neyi söylememiz gerektiğini de belirleyebiliyor. Her bir birey de kendi başına bu travmaları farklı bir şekilde yaşıyor. Siz güçlüsünüzdür yaşadığınız bir tacizi, baskıyı göğüsleyebilirsiniz ama bir başkası göğüsleyemeyebilir.  Dolayısıyla acı çeken bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. 

Bu yazı Milliyet Sanat Mart 2013 sayısında yayınlanmıştırb

Exit mobile version