Bugün verilen küçük bir ödülü, bir ay sonra alabileceğiniz daha büyük bir ödüle tercih eder miydiniz? Cevabınız evetse, zaman miyobuna yakalanmış olma olasılığınız yüksek. Modern çağın anlık tatmin dürtüsüyle yakından ilişkili bu yeni kavramı anlamak, su gibi akmasından korktuğumuz, yokluğundan dem vurduğumuz, yaş aldıkça hızlandığını hissettiğimiz zaman üzerine biraz kafa yormaktan geçiyor.
Zamanın ne kadar hızlı aktığına dair binlerce örnek sayabiliriz. Üstelik her seferinde şaşırdığımız örnekler… Liseden mezuniyetimiz dün gibi aklımızdadır ama mezun olalı yirmi beş yıl ne çabuk geçmiştir. Çocuğumuzun ne ara yürümeye, konuşmaya başladığını düşündüğümüzde yine şaşkınlığımızı gizleyemeyiz. Hele her yeni yılın başında, o ocak ayının nasıl da bir çırpıda bittiğini anlayabilen var mı aramızda? En çok da boşa geçmiş gibi hissettiren koca bir yıl, bizi ‘zamana’ dair endişelendirir.
Bir de bazı anların çok hızlı, bazılarınınsa geçmek bilmeyen ağır bir ritmi vardır. Örneğin, o heyecanlı haber için geçmesini beklediğimiz bir saat, kışın bitmesini beklediğimiz günler bazen bir asır gibi gelir. Peki ya hiç bitmesini istemediğimiz o anlar? Zamanın neden o kadar hızlı ilerlediğine isyan ettiğimiz saatler…
Zaman üzerine kafa yorduğunuz oldu mu hiç? Evet, su gibi akıyor ve zaman, hiçbir şey yapmaya yetmiyor! Üzerine düşündüğümüzde biraz ürkütücü ve çoğunlukla bizim irademiz dışında akıyor gibi. Aslında öyle değil.
“Daima yeterince vaktimiz vardır, doğru kullanmayı bilirsek tabii” diyen Goethe, zamanın kontrol edilebilir olduğunu iddia etmiş. Aslında zamanı anlamaya biraz ‘zaman’ ayırsak, bunun mümkün olduğunu ve anın tadını çıkarabilmeyi öğrenebildiğimizi görebiliriz. Tabii bu, yazıldığı kadar kolay bir eylem değil, emek istiyor.
Son dönem araştırmalarını esasen bilişsel ve duygusal durumların bir göstergesi olarak zaman algısı konusuna yoğunlaştıran araştırmacı Marc Wittmann’ın kitabı, Hissedilen Zaman – Zamanı Nasıl Deneyimleriz? ismiyle Metis Yayınları tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Wittmann’ın ilk yazarlık deneyimi olan kitap, zamana dair soruları olan herkesin etkileyici cevaplar bulabileceği bir kaynak niteliğinde. Wittmann, zamanı nasıl deneyimlediğimizi ilginç bulgu ve deneyler üzerinden tane tane anlatıyor.
Zaman algısını daha iyi anlayabilmek için zaman duygusu üzerine düşünmek gerekiyor. Zamanın deneyimlere, özbilince, hayatın kendisine sıkı sıkıya bağlı olduğunu düşünen Wittmann’ın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri, “zaman miyobu” kavramı. Zaman miyobu, bekleyebilmek ile yakından ilişkili. Örneğin kimileri ileride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa, şimdi teklif edilen daha küçük bir ödülü kabul etme eğiliminde. İşte bu tip insanlar zaman miyobu olarak betimleniyor. Wittmann, “Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut anın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz” diyor.
Zaman miyobunu değerlendirmek için yetişkinlerle yapılan deneylerin çoğunda parasal değerler kullanılıyor. Araştırmaya katılanlara soruluyor: “Hemen burada 1 dolar mı almayı tercih edersiniz yoksa bir hafta bekleyip 50 dolar mı?” Elbette 50 dolar 1 dolara göre epey fazla olduğundan, çoğu insan akılcı bir yaklaşımla onu seçiyor. Katılımcılara, şimdi 45 dolar almayı mı yoksa bir hafta sonra kendilerine 50 dolar gönderilmesini mi tercih edecekleri sorulduğunda, istisnasız, daha az olan ama hemen alabilecekleri parayı seçiyorlar. Kendilerine 20 dolar teklif edildiğinde ise “bugünkü tavuk yarınki kazdan iyidir” diye düşünüp teklifi kabul edenler de var. Wittmann’ın deyişiyle, “Anında gelen kazanç, uzun vadedeki sonuçlarına bakılmaksızın daha değerli kabul edilir.”
“Bir kişinin zamanı yoksa, kendisini de kaybetmiş demektir. Gündelik faaliyetlerin dayattığı zorunluluklar yüzünden dikkatimiz dağıldığında artık kendimizin farkında olamayız. Zaman yoksa benlik de yoktur.” Marc Wittmann
Bugünün yarını var
Zaman miyobu olan kişiler, zamanı daha uzun hayal ederler. Bugün ile yarın arasındaki farkı, yarın ile ertesi gün arasındaki farktan çok daha kuvvetli algılar ve şimdiki zamana daha çok odaklanırlar. Psikolog Walter Mischel’in meşhur Şekerleme Testi’ni hatırlayalım: Gözetmen, çocuklara şekerleme verip, dilerlerse hemen yiyebileceklerini; fakat yemeden gözetmenin odadan çıkıp dönmesini beklerlerse, bir şekerleme daha alabileceklerini söylüyor. Gözetmen on dakikalığına odadan uzaklaştığında çocukların tepkileri videoya çekiliyor.
Kimileri şekerlemeyi anında yiyor, kimi fark edilmeyeceğini umarak bir ısırık alıyor sonra dayanamayıp bitiriyor, kimi ise beklemeyi başarıyor. Beklemeyi başaranlar kendilerini oyalamak için strateji geliştirenler; şarkı söylemek, ce-ee! oyunu oynamak gibi. On yıl sonra takip amacıyla ulaşılan çocukların dört-beş yaşlarındaki davranışı ile on yıl sonraki başarı grafikleri arasında belirgin bir paralellik tespit ediliyor. Şekerlemeyi yemeden daha uzun süre bekleyebilenlerin okul notları daha iyi olduğu gibi; ödev yapma, arkadaşlarıyla ilişki kurma, can sıkıcı olaylarla başa çıkma gibi konularda daha başarılı oldukları görülüyor. Dolayısıyla Wittmann, güdülerine göre hareket edenlerde daha fazla zaman miyobu görüldüğünü söylüyor. Güdülerinin etkisi altında kalanlar, bekleme süresi ne olursa olsun beklemek zorunda kalmamak için verileni kabul ediyor.
Peki anı mı yaşayalım, geleceği mi planlayalım?
Amerikalı psikolog Philip Zimbardo, “zaman yönelimi” kavramı üzerine yaptığı araştırmalar sonucu beş farklı yönelim olduğunu ortaya koymuş: Geçmişte olan olaylara odaklanıp, bunların geleceği etkilemesine izin veren “geçmiş-olumsuz”; geçmişe daha olumlu ve nostaljik bakan fakat bugün huzurlu olmasına rağmen olumsuzluk yaşamamak için çekingen davranan “geçmiş olumlu”; haz aramaya eğilim gösterip risk alan, anı seçen “şimdiki zaman-hedonistik”; şimdiki zamandan zevk almadığı gibi geleceği de planlamayan, şansa inanan “şimdiki zaman-kaderci” ve geleceğe fazlasıyla odaklanıp bugünü kaçıran, kendine daima hedef koyan “gelecek zaman odaklı”. Daha keyifli ve verimli bir hayat için anahtar kelime elbette denge. Fakat gelin görün ki, şimdi ve gelecek arasında sıkışıp kalmak, zamanın ruhunda var. Anın tadını mı çıkaralım, geleceğe hazır mı olalım kaygısıyla ekstra vakit kaybı yaşadığımız da gerçek. Bu anlar için Wittmann’ın şöyle bir tespiti ve tavsiyesi var: “Takvimlerine titizlikle yaklaşan ve genel olarak gelecek perspektifinde kısılıp kalmış kişiler, deneyim edinme fırsatını kaçırırlar. Hissedilen ve yaşanan zaman, yani pozitif deneyimlerle dolu bir hayat, genellikle iyi arkadaşların ya da sevilen bir partnerin yanında geçirilen doyurucu anlardan oluşur. Dolayısıyla, anı mı yaşayacağız yoksa uzun vadedeki kazancın peşinden mi koşacağız karar verebilmek için duygusal zekamızı kullanmamız ve seçenekleri teraziye koymamız gerekir. Özgür ve hayat dolu biri tatmini ertelemez; daha ziyade, ne zaman eğleneceği ve ne zaman bekleyeceği konusunda akıllıca davranır.”
Durup içinde bulunduğunuz anı yaşamanın da elbette formülü var. “Mevcut anı hissetmek, kendinin her an farkında olmak demektir” diyor Wittmann. Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz bir kavramı da zikrediyor: Farkındalık. Tıbbi teşhis ve tedavide kullanılmaya başlanan farkındalık meditasyonunun (mindfullness), gündelik yaşama uyarlanmasıyla geçmiş ve gelecek düşüncelerinden arınmak mümkün. “Mevcut haliyle deneyime odaklanmak ve dikkati korumak, duygu ve düşünceleri değerlendirmeye tabi tutmadan kabul etmek ve merakla gözlemlemek. Bu ilk bakışta kolay görünebilir, ama ana odaklanıp odağı korumak kolay iş değildir” diyor, Wittmann. Farkındalık meditasyonu sayesinde durumu kabullenme kapasitesi artar, geçmişte olmuş ve şimdi olmakta olanın bütünüyle farkına varılır ve gelecek hakkındaki endişeler azalır. O ana odaklanma becerisiyle birlikte kişi, duygu ve düşünceleri üzerindeki kontrolü ele alır, demek mümkün.
Zamanı nasıl uzatabiliriz?
“Yeni ve heyecan verici deneyimler zamanı uzatır” diyor Wittmann. Fakat yeni olan şeyi şayet, sık sık yapmaya başlarsanız bu bir rutine dönüşeceğinden zaman yine hızlı geçmeye başlar ve hayat monotonlaşır. Her anın tadını çıkarmak dendiğinde, sadece sevdiğiniz şeyleri sürekli yapmak değil, yeni ve farklı deneyimlere de odaklanmak gerekiyor. Yani zamanı istediğiniz gibi yönetebilmek ve hatta uzatabilmek, deneyimler aracılığıyla mümkün. Tabii bu noktada, o deneyimler esnasında yüklendiğimiz duygular da önem kazanıyor. Wittmann, yaşanan deneyim miktarı –yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik– ne kadar çok olursa, hayatın öznel olarak o kadar uzun görüneceğini söylüyor. Bunun için de bize bazı formüller vermekten geri kalmıyor: “Hayatın daha yavaş –ve daha dolu- geçtiğini hissetmek için, duygusal değerleri yüzünden bellekte uzun vadede saklanacak yeni deneyimler yaşamanızı sağlayacak yeni durumlar yaratmaya çalışabilirsiniz. Kendinize sürekli meydan okursanız, karşılığını geçen yıllar içinde dolu dolu –ve en önemlisi uzun bir süre- yaşadığınız hissine kavuşarak alırsınız.”
Kısacası zaman üzerine düşündüğümüzde onun bize hükmettiği değil, bizim onunla iyi anlaştığımız bir dünya mümkün. Son olarak yine Wittmann’ın çarpıcı bir paragrafıyla fazla da vaktinizi almadan yazımızı bitirelim: “Bir kişinin zamanı yoksa, kendisini de kaybetmiş demektir. Gündelik faaliyetlerin dayattığı zorunluluklar yüzünden dikkatimiz dağıldığında artık kendimizin farkında olamayız. Boş vakitlerimizde oradan oraya koşar ve planlanan tek bir aktiviteyi bile kaçırmazsak pek çok deneyim biriktiririz. Ama kendimize asla sakinleşme izni vermeyip hemen bir sonraki faaliyete başlarsak, kendimizi çılgın bir koşturmaca içinde kaybetme tehlikesi doğar. Bu da şu anlama gelir: Zaman yoksa benlik de yoktur.”
Ana görsel: Jeremy Bishop – Unsplash
İkinci görsel: Kayla Otto – Unsplash
Üçüncü görsel: Alex Guillaume – Unsplash
Bu yazı Vogue Türkiye 2018 Eylül sayısında yayınlanmıştır.