İrem Tok, seyirciyi karmaşık kent hayatının ortasında durdurup nefes aldıran sergisi, “Rüzgarın Tersi” ile Pilot Galeri’de. Sergi, 27 Nisan’a kadar görülebilir.
İrem Tok, ilk solo sergisi “Gözden Kayıp”ı 2011 yılında Outlet Galeri’de (şu anki Pilot Galeri) açmıştı. Ayrıca İrem’i kitaplar ve küçük modelleri kullanarak yaptığı obje ve heykellerden hatırlamak da mümkün. Şimdi ikinci sergisi “Rüzgarın Tersi”ni sanatsevere sunan İrem’in yeni işlerinde usul bir hava seziliyor. Bireyin belleğinde yaşadığı zaman yolculuklarının yanında fazlaca iç hesaplaşmanın olduğu bir sergi diyebiliriz.
Serginin girişinde karşımızda duran eserler, İrem’in otoportreleri. Bu otoportrelerde İrem, elinde bir kalple karın ortasında duruyor, diğerindeyse aynayı objektife karşı tutmuş manzarayı gösteriyor seyirciye ama aslında kendi iç yolculuğunu fısıldıyor bize.
Otoportrelerin yanından süzülerek birkaç adım attığımızda serginin en rahatlatan bölümüne geliyoruz. Kar, rüzgar sesi, dönüp duran bir rüzgar gülü, çitler, hafif dalgalı bir deniz ve üç camın ardındaki süngerden yaratılmış hayatlar…
Son 3 ayını konuk sanatçı programı kapsamında Münih’te geçiren İrem, gürültüden uzak yaşadığı sessizliği işlerine başarılı bir şekilde yansıtmış. Münih’te yaşadığı günlerden çıkan video, fotoğraf ve heykellerdeki duyguların seyirciye geçmesi de oldukça enteresan.
Serginin ruh halini biraz da İrem’den dinleyelim…
Marmara Üniversitesi Resim bölümünden mezun olduktan sonra neler yaptın?
2007’de mezun olunca Borusan Artcenter’ da 2 senelik bir misafir sanatçı programında yer aldım. İlk olarak 2009 yılında yurt dışı misafir programına katıldım.
Yurt dışındaki misafir programlar gelişimine nasıl bir katkıda bulundu?
Öncelikli olarak bir programa seçilmek ya da davet edilmek, destek bulmak anlamında motive edici oluyor. Gittiğiniz yerden, orada birlikte çalıştığınız kişilerden yeni bir şeyler öğreniyorsunuz. Ve geri döndüğünüzde biraz daha yenilenmiş olarak bakıyorsunuz yaşadığınız yere. İşlerime daha profesyonelce yaklaşmamı sağladığını da söyleyebilirim.
Yeni serginde farklı malzemelerle çalıştığını görüyoruz, daha önce olduğu gibi. Fikrini somut hale getirirken malzeme seçimin nasıl oluyor?
Üzerine düşündüğüm kavram ya da his kendi malzemesini belirliyor, ilk başta bir malzeme belirleyip, onunla çalışmalıyım diye karar almıyorum. Bazen gördüğüm ya da bulduğum nesneler ilham verici olabiliyor. Mesela devam eden “Rüzgarın Tersi” sergimde, tahta parçalarından yaptığım ‘Çit’ başlıklı yerleştirmenin malzemesini bahçede bulmuştum. Kokusu, formu, dokusu çok hoşuma gitmiş ve bana ilham vermişti. Biraz üzerine çalışınca ‘Çit’ isimli iş çıktı. Ya da karlı bir ortamda bulunmamış olsaydım, karlı işler çıkmayacaktı.
Otoportrelerinden biraz bahseder misin? Ayna ve kalp var elinde. Neyi temsil ediyor?
Otoportrelerimden oluşan bir seri yapıyorum. Hayatımın belirli dönemlerinde beni etkileyen, o zamanki ruh halimi yansıtan objelerle birlikte çekildiğim fotoğraflardan oluşuyor. Daha önce kendimi ‘nakavt’ isimli heykelimle birlikte, nakavt olmuş bir halde yerde yatarken çekmiştim. Kendi kollarımdan kalıp çıkararak yaptığım, parlak kırmızı boks eldiveni takmış ve yerde sergilenen, dolayısıyla nakavt edilmiş hissi veren iki koldan oluşuyordu bu heykel. İlk otoportrem o oldu ve devam ederek, bütün hayatımı kapsayacak bir projeye dönüştü. Kendime, kendimi anımsatmak için çekilmiş fotoğraflar bunlar. Sergide yer alan 2 otoportreden birinde içime (Kalpli Otoportre), diğerinde ise dışarıya (Aynalı Otoportre) bakıyorum, dışarıdaki bana yansırken aynı zamanda içimden geçip gidiyor ya da ben onun içinden geçiyorum.
Otoportrelerinin ardında kalan bölümündeki işlerini Münih’te üretmişsin sanırım. Nasıl bir dönemdi senin için, anlatır mısın?
Sakin ve huzurluydu. Daha önce hiç öyle bir yer görmemiştim, beni büyüledi diyebilirim. Ormanda, gürültüden ve zamanı anımsatacak şeylerden uzak, Solaris okyanusunu izler gibi Stanberg gölünü izliyordum. Bazen çok fazla sis oluyor, hiç bir şey görünmüyordu. Sanki bir bulutun ya da uzayda sürüklenen bir mekiğin içinde gibi hissediyordum. Dışarıya yürüyüşe çıktığımda, yaprakların, kuşların sesini, karda adımlarken çıkan hışırtıyı dinlemek ve bunları duyabilmek çok etkileyiciydi. Hiç doğaya bu kadar yakın olduğum bir dönem geçirmemiştim.
Kar, rüzgar sesi, işlerindeki tonlar hep aynı hissiyatı veriyor; dinginlik. Bu, kendiliğinden mi oldu yoksa belli bir yol izledin mi?
Bu tamamen Münih’te yaşadığım yerin atmosferinden kaynaklanıyor. Aslında dinginlik hissiyatına karşılık bir rezistans da var sergide. Dinginlik daha çok ‘Çit’, ‘Basamak’ ve ‘Gece yürüyüşleri’ isimli işlere içkin bir hissiyat bence. Videolarda ise huzurlu bir atmosfere ya da tam tersine, fırtınalı bir havaya karşı gösterilen dirence tanık oluyorsunuz.
Senin için karmaşanın olduğu bir şehirde üretmekle sakin bir şehirde üretmek arasında nasıl bir fark var?
Kalabalık bir şehirde gürültüyü, sakin bir yerde kendinizi dinliyorsunuz. Düşünecek, kendinizi sorgulayacak bolca zamanınız oluyor. Aslında bu durum, kalabalığın gürültüsünden daha rahatsız edici bir deneyime de dönüşebiliyor. Dolayısıyla işlerinize ve üretiminize de yansıyor.
Özellikle sünger, kağıt ve floresanla yaptığın işi çok beğendim. Malzemeler doğal ve basit ama fikir çok iyi. Bu nasıl çıktı mesela ortaya?
“Gece Yürüyüşleri”nden bahsediyorsun. İçlerinde desenlerimin olduğu 3 tane pleksi kutu, bir floresan lambanın önünde dizili duruyor. Münih’te kaldığım sırada, geceleri elimde fenerle yaptığım gece yürüyüşlerinden, çektiğim fotoğraflardan ortaya çıktı. Karlı, sisli bir atmosfer yaratmak istedim. Anılarımızın peşine düştüğümüzde, onları sisli ve bulanık anımsamamız, zihnimizde onları muhafaza etmeye çalışmamız gibi..
Bu röportaj Touch İstanbul Nisan sayısında yayınlanmıştır.