1980 neslinin eğlenceli ve farklı işlerini görmek isterseniz “İsimsiz” sergisini 9 Haziran’a kadar Pilevneli Project’te görebilirsiniz.
Pilevneli Project, mekan itibariyle bir evi andırıyor fakat işlerin birbirinden bağımsız olması aslında bu evi çekici kılıyor. Evin sonundaki sol odaya girdiğinizde Aslı Özdemir’in işleri karşılıyor sizi. İstanbul Devlet Konservatuarı’ndan mezun olduktan sonra Londra’da eğitimine devam eden Aslı Özdemir, ilk kişisel sergisini geçtiğimiz aralık ayında açmıştı. Kolaj çalışmalarında popüler kültüre ağırlık veren Özdemir’in iki ayrı odada yer alan eserlerinden ilki, İkinci Dünya Savaşı’nı anlatıyor. Bu seride savaştan imajlar kullanıp onları çok sevimli sticker’larla harmanlıyor. Bu seriye ek olarak da, bakıldığında çarpışık insan ilişkilerini klişe bir tabirle ‘aşkta ve barışta’ tarzında sunuyor. İşlerde yüzlerin kesilmiş olduğunu görüyoruz, bu durumu şöyle açıklıyor Özdemir: “Yüzleri yok ediyorum çünkü o anda anlatmak istediğim şey onun kim olduğundan çok, daha sembolik bir şekilde kadın ve erkek. Kim olduğunun önemi yok, birtakım genellemeler var.” Sticker’lar tüm işleri ciddiyetten çıkarıp onlara esprili bir hava katıyor. Zaten işin ciddiyetini azaltmak istediği noktalarda sticker’ları kullandığını söylüyor Özdemir.
Murat Üf Yaa |
Hemen karşı odaya geçtiğinizde, duvarda sizi ilginç fotoğraflar karşılıyor. Bu fotoğrafların sahibiyse Murat Üf Yaa. Üf Yaa’nın fotoğraf dizisi yakın çevresindeki insanların günlük yaşamlarından çektiği karelerden oluşuyor. Bora Akıncıtürk sayesinde, bu sergiye dahil olan Üf Yaa, aslında müzik üzerine çalışıyor. Aynı zamanda iç içe geçmiş iki dünyanın, doğal dünya ve bunun içine kurulu hayatın, farklı iki yönü olarak toksik ve etkileyici taraflarını yansıtmaya çalışmak öncelikli çaba olarak beliriyor. Fotoğraflarındaki kişilerin kendi çevresinden olması Üf Yaa’nın yaratım sürecinin kişisel boyutunu vurguluyor.
Televizyona hapsolmak! Ürettiği işlerde ağırlıklı olarak ses üzerine yoğunlaşan Berk Çakmakçı, çalışmalarını proje dahilinde mekana yayılan bir enstalasyon olarak uyguluyor. İlk profesyonel sergisi olduğunu söyleyen Çakmakçı, sergide yer alan videosunu şöyle anlatıyor: “Hiçbir şey yapmayacak enerjiyi bulamadığım bir zamanda yaptığım bir şeydi. Sıkılmakla beraber depresif olduğum bir zamanda yapmıştım. Sıkıntıyı içine çeken bir şey olsa bunların hepsini toplasa sonunda patlasa ve kapansa belki yavaşlayabilirim gibi hissettiğim için yaptım.” Çakmakçı’nın sergide yer alan bir diğer işi, ses enstalasyonu. Bu da bir videoyla birleşiyor. Videonun kurgusu da ses çalışmalarına paralel olarak umut barındıran, fakat nostaljik ve melankolik bir his üzerine kurulu.
Girişe doğru ilerlediğimizde, bir odada birçok televizyon ve bu televizyonlarda şeklini önce idrak edemediğimiz videolar oynuyor. Mekansal projeksiyon enstalasyonları yapan Lara Kamhi, bu sergide önceki işlerinin devamı niteliğinde olan işleriyle yer alıyor. Kamhi; algı filtrelerimizi, enformasyonun dıştan içe yolculuğunu ve teknolojinin sunduğu imkanları manuel olarak taklit ederek görüntüleri soyutlaştırdığını söylüyor: “Bir şekilde iç dış ilişkisi kuruyorum. Bunu projeksiyonla normalde dış mekanda özgür bırakıyorum görüntüyü fakat burada yaptığım şey, bir şekilde onları ekranların içine hapsetmek. Çünkü burası çok steril bir ortam ve ben normalde daha tarihi mekanlarda ve dokuların üzerinde çalıştığım için steril ortama belki her zamanki yaklaşımımın belki zıttını yapmam gerekiyor gbii düşündüm.” Bu görüntüleri, özgür bırakmak yerine ekranların içine hapsettiğini söyleyen Kamhi’nin işleri, daha önce bienal sırasında yaptığı işlerin mozaik efekt kullanılmış hali. Bu da tamamiyle görsel dünyamıza bir şeye olan yaklaşımımızda tanım, algılama süreçlerimizde yargıyı bir kenara koyup her şeyi en basite indirgemekle alakalı bir uğraş söz konusu. Kamhi, mekan içerisinde çeşitli görüntüler yaratıp, bunların algılarını seslerle birleştirerek izleyiciye alışık olmadığı bir düzlemde deneyim sunuyor.
Refik Anadol |
Tekinsiz bir deneyim İşlerinde fiziksel mekanla sanal mekan arasında bir sentez oluşturmaya yönelen Refik Anadol, mekanın koridorunun tavanındaki işiyle sizi tekinsiz bir mekan deneyimine davet ediyor. Anadol, iç mekanda bu kadar küçük ve zorlu alanlarda insanların bundan kaçındığını söylüyor. Ciddi bir altyapı tekniği gerektiren bu işin motivasyonunun yüksek olduğunu anlatan Anadol, izleyicinin tek açıdan görebildiği illüzyonların teknolojiyle yeniden yorumlanması olduğunu söylüyor ve farklı bir soru soruyor: “Neden bir mekan yüzyıllar boyunca hep aynı kalsın ki, ya da niye hep o kadar karanlık kalsın ya da bir mekan gerçekten değişebilir mi? Bir süre sonra başkalaşır mı diye düşündüğümüz zaman bu teknoloji bunun altını çizen bir noktaya getiriyor.” Anadol’un işi, insan algısını bozan ve ilgiyi tek bir noktada yoğunlaştırmak yerine sürekli dağıtan ama etkisini yitirmeyen bir hikaye anlatımı yaratıyor.
Mekanın girişinde geniş bir alana yayılan bronz heykellerin sahibiyse Bora Akıncıtürk. Yaptığı kil heykelleri daha önce hiç bronza çevirmediğini söyleyen Bora Akıncıtürk, sergide yer alan işlerini bir günde yapmış. 80’li yıllarda doğmasının işlerine yansıyıp yansımadığını sorduğumuzdaysa, şöyle yanıtlıyor: “Yansıyor tabii. Çizgi film izledim, küçüklüğümden beri sadece televizyon izleyen bir insanım, mc donalds seviyorum, Amerikan televizyon kültürüyle büyüdüm, doğal olarak.
Heykellerin temel özelliğiyse Akıncıtürk’ün resimlerinde de karşılaşıldığı üzere hareket noktaları olmasına karşın, bunların üzerinden işlerin nasıl biteceğine karar vermeden, başlangıç noktasının deforme edilmesiyle yapılmış olmaları. Heykeller üzerinde görülen çeşitli figürler hazır nesnelerin kullanımıyla oluşturulmuş. Herhangi bir nesneyi “sanata dahil olabilecek bir oyuncak” olarak gören Akıncıtürk’ün heykelleri, üzerinde birçok ilişkisiz figürün yer almasıyla dağınık bir forma sahip.