Yönetmen Maral Ceranoğlu, dramaturg Ceren Ercan, oyuncular Yelda Baskın, Elif Ürse ve Gülce Uğurlu’dan oluşan Oyun Deposu ekibi ‘Çirkin İnsan Yavrusu’nu hep birlikte yazdılar. Oyun Kürt, eşcinsel ve türbanlı olan üç ‘çirkin’ kentli kadının, diğer insanlar tarafından hangi önyargılarla birbirinden ayrıldıklarını ama aslında birbirine ne kadar da yakın bir noktada durduklarını anlatıyor. Dekor yok denecek kadar az, fonda Gevende’nin oyun için hazırladığı müzikler… “Buradan yola çıkarken sadece buraya ait bir şey söylemek istemiyoruz” diyen Oyun Deposu ile 22 Ocak’ta Semaver Kumpanya’da sahne almadan önce derin mevzulara girdik.
‘Çirkin İnsan Yavrusu’ etrafında nasıl bir araya geldiniz?
Maral Ceranoğlu: Ben aslında Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nda dansçıyım. Farklı bir disiplinden gelmem de bu oyunu yazmamızda etkili oldu. Hrant Dink’in öldürülmesiyle kimlik meselesini irdelemeye başladım içimde. Burada azınlık olmak, kendimi toplumda nasıl bir yere koyabilirim özelinden böyle bir sorunsalım vardı. Ceren ve Gülce de bir oyun yazmak istiyorlardı bir festival için. O konuşmada beraber masadaydık, kimlik fikri üzerinden konuşup heyecanlandık. Sonra yazacaksak neden oynamayalım diye başladık.
Bu üç karakterin oyundaki kimliklerini yaratma süreci nasıl gelişti?
Maral C.: Bu karakterler bağımsız bir şekilde yaratılıp oyuncuların ellerine verilmedi ya da aralarında bir seçme yapalım, hangisi daha iyi oynayacak denmedi. Çıkış noktası hep bizden oldu. Ben oyuncuların her biriyle ufak röportajlar yaptım. Çelişkili olduğumuz kimlikler üzerine düşündük. Elif’in çelişkisi türbanlıdaydı, Gülce’nin çelişkisi eşcinselleydi. Bütün o çelişkiler bizi zenginleştirdi aslında.
Elif Ü.: Başta kimse rolünü bilmiyordu. Bütün oyuna ve rollere birlikte hazırlandık. Bir gün Maral “Sen türbanlıyı oynuyorsun” dedi. Fakat provaların başında oyuncu olarak türbanlıya karşı bir önyargım vardı; ‘Umarım ben oynamam türbanlıyı’ diyordum. Bu süreçte Ayşe Zeliha’yla tanıştık. Türbanlıydı. Onun gündelik hayatta deneyimlediği ötekileşme halini dinledikten ve paylaştıktan sonra her şey tamamen değişti benim için. Yani bu oyun, Elif Ürse olarak benim de değişim ve gelişim sürecim aslında.
Yelda Baskın: Ben karakterimi oluştururken, öncelikle kendimden yola çıktım. Kendi yaşadıklarımı, görüştüğüm Kürt kadınlardan dinlediklerimle birleştirdim. Bu da onlarla empati kurmamı sağladı.
Gülce Uğurlu: Rolüme hazırlanırken çok yakın bir arkadaşımın lezbiyen olduğunu ve uzun zamandır bunu benden gizlediğini öğrendim. Çok yakınımda olup da bunu benden gizlemesini önce anlayamadım. Bu, aslında onun hayatına dair hiçbir şey bilmiyormuşum hissine kapılmama neden oldu. Ama bu olay oynadığım rolü de içselleştirmemi sağladı.
Bazı konular hâlâ toplumun belli kesimlerinde pek rahat konuşulamıyor galiba…
Elif Ü.: Mesela salak yerine ‘Kürtsün sen’ dendiğini çok duydum.
Maral C.: Birçok kadından, duymuşumdur, eşcinsel kadınların kendilerini her gördüklerinde sıkıştıracaklarını sanırlar. Bu korkulacak bir konudur. Hülya Avşar’ın programına çıkıp ‘Biri bana ilgi duyduğu zaman çok ürküyordum ama artık alıştım’ demeleri bile bizim için ironik bir durum.
Yelda B.: Türbanlı için de aynı şeyler geçerli. ‘O başörtüsünün içinde kim bilir neler var, yüzlerindeki makyaja bak, sıkmabaş’ filan diyorlar.
Ceren Ercan: Bu öğrenilmiş bir şey bir taraftan. Haberlerle, eğitim sistemiyle bir şekilde bunu kanıksar hale geliyoruz. Politik olarak nerede durursan dur, benzer önyargıların olduğunu fark ediyorsun. Bizimki de böyle bir süreçti. Hiçbir şekilde ‘Bakın siz busunuz’ deyip topu o tarafa atmıyoruz.
Oyunun son bölümünde izleyicilerin çok güldüğü doğaçlama bir bölüm var. O ana kadar bu üç kadının sıkıntıları anlatılırken, son bölümde oyuncular birbirleriyle dalga geçiyor. Her oyunda bu kısım ne kadar değişiyor?
Maral C.: Yaptıkça belli bir iskeleti oldu, ama orası açık bir alan; güncel olanla da değişiyor. O gün gazetede bir haber çıkabilir, birden Yelda ona girebilir. Savaş çıkabilir, savaşla ilgili bir benzetme eklenebilir. Ama mesela belli oyunlarda eklenen, çok hoşumuza giden, ‘Bunu söylemeyi unutmayalım’ dediğimiz yerler oluyor.
Hangi kısımlar mesela onlar?
Elif Ü.: MHP’lilerin kafalarını tokuşturmaları vardır, o kısmı tutuyoruz mesela.
Maral C.: Sokakta sürekli konuştuğumuz önyargılardan bahsediyorlar. İşte ‘Kürtler ne kadar pis’, ‘Ay onlar da simsiyah’ gibi…
Türkiye’de üç oyun oynadıktan hemen sonra İsviçre’de Culturescapes Festivali’nde sahneye çıktınız. Bu süreç nasıl gelişti?
Maral C.: Oyunu İstanbul Tiyatro Festivali döneminde çıkardığımız için genel prova sürecini bazı programatörler seyretti. Onun üzerine İsviçre’de Culturescape Festivali’ne davet edildik, beş oyun oynadık. Önümüzde Viyana Festivali var. Önemli bir festival, o yüzden heyecanlıyız.
Oyunun yurtdışından bu kadar davet almasını neye bağlıyorsunuz?
Ceren E.: Zürih’e gittiğimizde bize daha çok buradaki politik meseleler üzerine soru geldi. Avrupa’da işimizin ilgi görmesi şöyle bir noktada duruyor; üzerinde tartıştığımız Kürt kimliği, türbanlı kimliği daha lokal, daha buraya aitmiş gibi gözükse de aslında dünyada göç alan birçok Avrupa ülkesinin, kimlik politikaları üzerinden benzer sorunları yaşadığını düşünüyorum. Almanya’dan, Avusturya’dan bahsediyorsak orada göçmen işçi alımıyla başlayan 1945 sonrası gelişen kimlik politikalarıyla, aslında Avrupa’nın da bu sıkıntıların çok dışında durduğunu düşünmüyorum.
Elif Ü.: Aslında bu evrensel bir konu. Oyundan sonra bir kadın yanıma geldi. “Ben yıllardır evden çıkmıyorum, evime kapandım. Burada yaşıyorum artık, dönemem ama burada göçmen olarak mutlu olmanız bile göze batar” dedi. Biz de aynı şeyi bir restoranda yaşadık. Restorana girdiğimiz andan itibaren bize yapılan servisten, yanımızda oturan masanın yaklaşımına kadar ırkçı bir tutumla karşılaştık. Gerçekten Avrupa’da böyle bir problem var. Dünyanın her yerinde var ama orada kendi gözümüzle görüp yaşadık bunu.
Yeni oyun için çalışmalara başladınız mı? Yurtdışından başka teklifler var mı?
Ceren E.: 5-10 Haziran’da Viyana Festivali var. İlk işimizle Viyana Festivali’ne davet almış olmak çok önemli bizim için. İkinci proje için de şu anda Almanya’da Transeuropa Festivali’yle görüşüyoruz. Eğer olursa tüm prodüksiyon giderlerini onlar karşılayacak. 2009 Berlin Duvarı’nın yıkılışının 20. yılı ve ‘Sınırlar’ konseptiyle bir festival düzenliyorlar. İstedikleri işler de aslında bu konsept içinde.