Birçok farklı disiplinin bir araya geldiği Dantel’de Can Bora, iç ve dış etkenlerle şekillenen hayatı ince ince işliyor.
Can Bora, uzun yıllar Paris, Barselona ve Türkiye arasında mekik dokumuş bir sanatçı. Proje tasarımı, metin, kareografi, kurgu ve yönetimini üstlendiği ilk solo performansı Dantel ile sessiz ve derinden ilerliyor. Performansı görmek için bir süre beklemem gerekse de, buna değdi diyebilirim. Seyirciyi zorlayan, anlamlandırmak için köşeye sıkıştıran bir oyun Dantel. İçinde video ve dans performansının da yoğun olarak kullanıldığı çok katmanlı bir çalışma. Bu performansın en önemli özelliği sinemada gördüğümüz blue-screen tekniğinin oyunda kullanılması. Bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim, oyun esnasında izlediğiniz videoya eş zamanlı dahil olan bir oyunculuk performansı var. Yani performans sanatçısı, mavi bir arkaplanın önünde durarak veya hareket ederek videoya dahil oluyor. Yani sahnenin sağına baktığınızda oyuncunun performansını izlerken aynı anda karşıdaki ekranda oynayan videonun içinde gerçek zamanlı yerleştiğini görüyorsunuz. Yenilikçi bir deneyim!
Dantel, Deniz isimli bir gencin itiraflarıyla başlıyor. Yüzüne vuran bir ışık ve ışıkla birlikte sarf edilen cümleler: “Küçükken bencil bir çocuktum. Küçükken her çocuk evet, bencil olabilir, hakkı vardır bencil olmaya. Ama ben yirmilerimde de çocuktum. Yani yirmilerimde de bencildim.” Bencillik, benlik, ego, yürek ve beden gibi kavramları sorgulayan bir oyun Dantel. Oyun boyunca çok kısa süren monologlardan bir diğeri de şöyle: “İnsan neden hikaye anlatmaya bu kadar çok meyillidir? Neden hikaye anlatmak ister? Hikayelerde ne var ki?” Bu soruyu soruyor ve ardından başlıyor hikayesini anlatmaya. Fakat bu hikayede seyirci öyle bir durumda ki, tüm izlediklerini birbiriyle bağlamak ve sonrasında anlamlandırmak zorunda. Can Bora’nın sınırlarını zorlayan dans performansı oldukça başarılı. Videonun birinde pasta, börek bir araya gelen iki teyzenin muhabbeti ve o sırada canı sıkılan erkek karakterin, masada kafayı taktığı danteli nasıl yok ettiğini de görüyoruz. Bunun yanında canı sıkılan ve ne yapacağını bilemeyen Deniz’in, günümüz ‘can sıkıntısını gideren’ sosyal medyasına da başarılı göndermeleri bulunuyor.
“Gönlümden geçen kalabalık bir ekipti”
Oyunu yazma sürecinden biraz bahseder misin?
Çoklu disiplinli bir tiyatro gösterim fikri çocukluğumdan beri aklımdaydı. Çünkü her disiplin ve her medyum kullanana farklı ihtimallerin kapısını aralıyor. Tiyatro sahnesi de bu olanakları ‘patlatabilmek’ için en iyi alanlardan biri! Oyunun ilk kıpırdanmaları nisan 2011’de başladı. Fakat Paris-İstanbul arası mekik dokuduğumdan ve yüksek lisans tezimi hazırladığımdan, birkaç ay ara vermem gerekse de yine de aklımda fikirler dolaşıyordu. Sadece neyi nereye tam olarak nasıl bağlayacağım konusunda zamana ihtiyacım vardı. Ekim 2011’de dans sahneleri için provalara başladım, derken gerisi zaten çorap söküğü gibi geldi. Kimi insanlar oyunu yaşadıklarımdan derleyip derlemediğimi merak ediyor. Hayır, oyun kurgudan ibaret ama elbette ki gördüklerim, düşündüklerim ve araştırdıklarımla beslendi.
Mekan Artı ile nasıl bir araya geldiniz?
Bir arkadaşım vesilesiyle Mekan Artı’nın sahneye bir dans gösterisi koymak istediklerini öğrendim. Gönlümden gecen aslında kalabalık bir ekiple (10 kişilik) bir dans projesi hazırlamaktı. Ama mekanın boyutları, bütçesel durumlar ve de İstanbul’da çok fazla kişiyi tanımadığımdan en uygun şeyin solo performans olduğunu düşündük. Küçük ama emin adımlarla gitmekte fayda var. E durum da böyle olunca, nisanda henüz şekillenmemiş kafamdaki proje üstüne yoğunlaşmaya başladım.
Dantel’deki asıl anlatmak istediğin şey nedir?
Dantel, ismi Deniz olan birinin hikayelerinin parçalarını hem içten hem dıştan ele alarak anlatıyor; yani dışavurumsal olarak metinler bir hikayeyi anlatıyor ama görüntüler ve dans, karakterin iç dünyasına, zihnine kadar iniyor. Adı ne olursa olsun karakterin, Deniz bir bahane; önemli olan onun içsel varlığı. Ya da seninkisi… Zaten sonuçta sen-ben, eee? Hepimiz bir noktada kesişmiyor muyuz?
Benim ilgimi çeken dış dünyada değil de esas iç dünyada neler olduğu, neler yaşandığı… Dansın ve videonun farklı şekillerde kullanımı bu gözle görünmeyen yanımızı görünür kılmak için bize birçok şans veriyor. Ve beni en çok heyecanlandıran da bu! Dış dünyayı yeteri kadar keşfetmedik mi?
“Dantel, bizim neslin çocukluğuna gönderme”
‘Dantel’ kelimesi bizi geçmişe götürüyor. Neden bu ismi seçtin?
Dantel kelimesinin seçimi, kelime kendiliğinden yol gösterdi zaten. Dramaturjik açıdan, tüm oyun, oyunun başında anlatılan dantelle ilgili metin üzerine kurulu. Metin, dantel figürünün göbeği, gösterinin geri kısmı da dantelin göbeğinden etrafa yayılan islemeleri gibi sanki.
Diğer taraftan, oyun tezat kavramların birlikteliğinden besleniyor ve Deniz karakteri, çıkmak istese de çıkamıyor kısır döngüden: Geçmişe yaşananlardan dolayı bağımlı, daha doğrusu tutuklu kalmış geçmişe. Dantel kelimesi, 90’lı yıllara ve bizim neslin çocukluğuna da bir gönderme ki, bunun farklı görsel yansımaları da oyun da yer alıyor.
Son – ve esas – olarak, dantel metafor olarak çok güzel bir kelime. Saatlerce emek harcanan, işleyenin ellerindeki enerjiyle, özveriyle ve işlerken hissettiği onca duyguyla boşluktan ortaya çıkan bir şeyden söz ediyoruz. İnsan ruhu da öyle değil mi? Bir el tarafından üflendiğimizi düşünürsek, o bizde, biz onda. Yoğun emek vererek ortaya çıkardığınız herhangi bir şey de sizden bir parça taşımaz mı?
Oyun için neden ‘çoklu disiplinli’ diyorsun?
Disiplinler farklı dünyaları ifade etmeye yarıyor. Bir de şöyle düşünelim, farklı parçalarla inşa ettiğin bir şey neye benzer? Yamuk veya tamamlanmamış bir yapı görünümü ortaya çıkar. Dantel’in kurgusu da böyle zaten. İşlediğim dantellerin hepsi bölük pörçüktü. Kısaca demek istediğim, çoklu disiplinli bir yapı dramaturjik olarak da oyunda ‘anlatılan benliğin’ yansıması. Kurgu, disiplinlerarası olsaydı belki bir bütünlük olabilirdi ama çoklu disiplinlikte bütünlük görünür değil. Bilgileri bağlamak seyirciye düşüyor.
Oyunun zor bir biçimi var. Bu biçimin algılamayı zorlaştıracağını düşünüyor musun?
Oyun için ‘deneysel’ diye düşünen birkaç insan oldu. Pek hemfikir değilim bu konuda. Bir saat boyunca seyirciye sürekli enformasyon veriliyor. Neden? E yaşadığımız bir güne bakalım; bir saat içinde telefon, TV, internet, yemek, sohbet edebiliyorsak, pek stabil bir çağda yasamıyoruz demektir. Deneysellik şu planda doğru. Maalesef Türkiye’de yargılamaya çok alışkınız. Gördüğümüz şey yeniyse genelde ‘eksik’ deniliyor. Bir gösteriyi okuma kodları elbet vardır ama bu bunun değişmeyeceği anlamına gelmez. Yani lineer bir hikaye anlatılır, seyircinin önüne ‘hazır bir yemek’ konulur ve seyirci ‘pasif’ bir konumda bulunurken sadece ‘alır’. Dantel’de seyirciyi biraz da aktive etmek istiyoruz. Kendi hikayesini kendisi oluştursun. Geçirdiğimiz kaos yüzyılında da, seyircinin yüzde yüz pasif kalmasını değil, ama kendi analitik yetkisini de kullanmasını umut ediyorum.
Yoksa hikaye kendi içinde bütün. Karakter, kendini seyirciye açıyor ve hikayesini daha sonra içten ve dıştan anlatmaya koyuluyor. İlla ki sonuç çıkarılmak isteniyorsa, ‘sonuç yok’, karakter kendi benliğinin hapsinde ve bundan çıkamıyor.
Mekan Artı
3-6-10-16 Nisan
20:30
proje tasarım/metin/koreografi/performans: can bora
görsel tasarım/animasyon/kurgu: alper akçay
gerçek zamanlı görüntü/ses tasarım: utku öğüt
video prodüksiyon: alper akçay ve utku öğüt
proje koordinasyon: didem kaplan
ortak yapım: Mekan Artı
Bu haber Touch İstanbul Mart sayısında yayınlanmıştır.